Divan Edebiyatı TARİFİ VE ADLANDIRILIŞI



Türk edebiyatı­nın umumi gelişimi içinde, nazarî ve es­tetik esaslarını İslâmî kültürden alarak meydana gelen ve özellikle örnek kabul ettiği Fars edebiyatının her yönden kuv­vetli ve sürekli tesiri altında şekillenip belirgin örneklerini vermeye başladığı XIII. yüzyıl sonlarından, XIX. yüzyılın ikin­ci yarısına kadar, bünyesini sarsıcı ve za­yıflatıcı bir tepki ve değişikliğe uğrama­dan Arapça - Farsça kelimelerin geniş ölçüde yer aldığı bir dille varlığını altı asır sürdürmüş bir edebiyat geleneğidir.








Sadece sanat gayesinin hâkim oldu­ğu bu edebiyata, Batı tesiri altında yeni bir edebiyatın doğuşundan bu yana, çe­şitli ve zamanla biri diğerinin yerini alan adlar verilmiştir. Başlangıçta bu yeni ede­biyattan ayrı tutmak düşüncesiyle "edebiyyât-ı cedîde" karşıtı olmak üzere ona "edebiyyât-ı kadîme" ve "şi'r-i kudemâ" denmiş, mahsullerinden de "âsâr-ı eslâf” diye bahsedilmiştir. Sonraları umu­miyetle aşağılayıcı mahiyette bir zihni­yeti aksettiren "havas edebiyatı, saray veya enderun edebiyatı, skolastik ede­biyat, medrese edebiyatı, ümmet edebiyatı, ümmet çağı edebiyatı" adları ve­rildiği gibi bunlara "Osmanlı edebiyatı, yüksek zümre edebiyatı, klasik edebi­yat klasik Türk edebiyatı" şeklinde yeni yeni isimler ilâve olunmuştur. Bu edebi­yatı ifade etmek için doğrudan doğruya "litterature classique" sözünün tercüme­si durumunda olan "edebiyyât-ı tasnîfiyye" adı bile düşünülmüştür. Ali Ekrem daha da öteye giderek "edebiyyât-ı Osmâniyye-i tasnîfiyye" der.
"Divan edebiyatı" sözü bunlar arasın­da en yenisi olduğu kadar en fazla tu­tulanını da teşkil etmiştir. Mütareke dev­rinde ortaya çıkan divan edebiyatı tabi­ri önce Ömer Seyfeddin ve Ali Canib'in kalemlerinde kendini hissettirmeye baş­lamış, Cumhuriyet'in ilk yıllarından bu yana ise gittikçe büyük bir yaygınlık ka­zanmıştır. Bunda Ali Canib'in 1924'ten itibaren yeni baskıları ile yıllarca okutul­muş olan, öncekilerden farklı bir zihni­yet ve kadro ile yazılmış Edebiyat adlı ders kitabının büyük rolü olmuştur. Di­van edebiyatı adlandırması bu eserle, artık şurada burada bazı makalelerde rastlanır bir söz olmaktan çıkıp kitapta sık sık tekrar edilir ve yüzlerce sayfalık müstakil bir bölüm olan "Eski Divan Ede­biyatı" başlığı altında âdeta resmîleşir. Ömer Seyfeddin, başlangıçta devrinin bir­çok yazarı gibi "enderun edebiyatı" ad­landırmasını benimserken "Enderunca, divanlarda gömülü eski li­san, eski divanlardaki Osmanlıca denilen Enderun dili" şeklinde ifade ettiği bu edebiyata mahsus bir dil kavramından hareketle sonunda "divan edebiyatı" ve "divan şairleri" gibi yeni bir adlandırış ve kavrama ulaşır. Ömer Sey­feddin gibi Ali Canib de bir başkası ve yenisi olmadığı için "eski" denmesine ge­rek bulunmadığı halde, onda bir köhne­lik ve eskimişliği vurgulamak kastıyla, haşve düşmek pahasına sık sık "eski divan edebiyatı" ifadesini kullanır. Her ikisinin de ümmet çağı mahsulü ve Acem mukallidi olarak gördükleri bu edebiya­ta neden bu ismi verdikleri Ali Canib'in şu ifadelerinde açıklamasını bulmakta­dır: "Hulâsa divan halinde teşekkül eden, ancak saraylarda, zümrevî divanlarda kabule mazhar olan bizim eski edebiya­tımıza verilecek en doğru ad 'divan ede­biyatı' tabiridir". Onun, dili ve ruhu ile halktan uzak, kendi içine kapa­lı, imtiyazlı bir zümre edebiyatı olduğu­nu belirtmek üzere bu deyimle eş de­ğerde ve yine menfi mânada "Enderun edebiyatı, medrese edebiyatı" tabirle­ri de sık sık kullanılmıştır. Yabancıların Türk edebiyatına verdikleri yahut yerli müelliflerin kendi edebiyatları için kul­landıkları "Osmanlı edebiyatı" tabiri baş­langıçta milliyet belirleyen bir söz iken sonraları onunla bunun ötesinde bir mâ­na kastedilir olmuştur. Bu haliyle "Os­manlı edebiyatı" sözünün arkasında hal­kın anlamadığı, Osmanlı sarayının hima­ye ve hizmetinde, sadece Osmanlı "güzîdeler tabakası'na hitap eden, halk ve milletten kopuk bir ümmet edebiyatı kavramı vardır. Artık bu sözle kastedilen, bu edebiyatın Osmanlı milletine mah­sus veya onun sahibinin Osmanlı toplu­mu olduğu gibi bir düşünce değil, dilde ve zevkte millî bir edebiyatın karşıtı sa­yılarak kendisine köhnemiş, millî kültü­re yabancı kalmış bir zihniyetin temsil­cisi nazarıyla bakılan bir edebiyat oldu­ğudur. İsme bu mânayı getiren bakış, birçok yazar tarafından gayet açık şekil­de çeşitli yerlerde ve defalarca ifadesini bulur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder