EDEBÎ TERBİYE

DİVAN ŞİİRİNDE GELENEĞİN BELİRLEDİĞİ MUHTEVA
DİVAN ŞAİRİNİ YETİŞTİREN EDEBÎ TERBİYE
Divan edebiyatında gelenek, şiirin şeklî yönünü değişmez ve dışına çıkıla­maz surette tesbit ettiği gibi muhteva­yı da belirli bir daire içinde sınırlamıştır. Her şairin gelenekçe belirlenmiş ve mut­laka seçip kabul etmek mecburiyetinde olduğu önceden hazır konu ve duygu­lar, yerlerine başkalarının konulamaya­cağı motiflerle sabitleşmiş bir imaj sis­temi vardır.
Şair, edebî gelenek ve gö­reneğin kendisine gösterdikleri ve tanıt­tıkları ile yetinmek, onları aşmamak durumundadır. Yaşadığı çağın ve aldığı kültürün icabı olarak kendisine bir muka­yese zemini teşkil edecek, yeni ufuklar açacak başka edebiyatları tanıma imkâ­nından mahrum bulunduğundan edebî zevk ve anlayışta mevcudun dışına çık­mak, farklı arayışlara yönelmek diye bir düşünce ve isteği zâten olamamıştır.
Bü­yük cereyanların getirdiklerini gören, edebiyatta değişme denilen hadisenin ne olduğunu bilen, değişik edebiyat tarzları ile tanışan, daha da önemlisi edebi­yat adına uyulması mutlak şart olan bir­takım kaide ve göreneklerin çemberi içinde bulunmayan yeni zamanlar edebiyat­çısı gibi kendisini istediği ve yaşadığı gibi ifade etme, sanatta ferdî yol seç­me hürriyetine sahip olmayan eski şair, hepsi birer gelenek edebiyatı olan âşık, tekke ve divan şiiri dairelerinden birini kabul etmek zorundaydı. Bunlardan hangisine girmişse sanatta bütün kâinatını o kurmakta, kendisini onun terbiyesin­de yetiştirmekteydi. Âşık veya tekke ede­biyatı yerine divan şiirini benimsediğin­de artık onun geleneklerinin emrine gi­riyor, edebiyat kültürü, edebî zevki ve değer ölçüleri onunla şekilleniyordu. Kendinden önce gelmiş üstatların, büyük şöhretlerin eserlerinden edebiyat terbi­yesini alarak yetişen şairin bütün sanat görgüsünü bu örnekler meydana geti­riyordu.
Sair olabilmek için üstatların elinden çıkmış örnekleri okuyup ezberlemek, on­ların yardımı ile nazım sanatının istedi­ği bilgi ve ölçüleri kazanmak ve önceki şairlerin eserlerini her hususta örnek al­mak gerektiği yolunda, Nizâmî-i Arûzî ve Şems-i Kays'tan başlayıp XIX. asrın son çeyreğinde Ali Cemâleddin'in Arûz-ı Türkî'sine kadar klasik belagat ve edebiyat nazariyatı kitaplarında ayrıca yer alan tavsiyeler bu sahada nasıl bir ter­biye ile yetişildiği, nasıl şair olunabildiği hakkında fikir verir. Nizâmî-i Arûzî şiir­de bir şahsiyet olabilmeyi, insanın genç­liğinin erken yıllarından itibaren eski şairlerden 20.000 beyit ezberlemek, da­ha sonrakilerden de 10.000 beyit mik­tarında şiiri kendine model almak gibi bir yetişme şartına bağlar. Ayrıca şiirin çeşitli nevilerini tanımanın, onların gü­zel olan veya olmayan taraflarını göre­bilecek, ifade inceliklerini kavrayabile­cek bir seviyeye gelmenin, nihayet bü­tün bir kabiliyeti geliştirmenin, büyük üstatların divanlarını devamlı surette okumakla mümkün olacağını söyler. Tibyânü'l-lügati't-Türkî alâ lisâni'l-Kanglî adlı eserin müellifi olan Türk asıllı Şems-i Kays da şair olmak isteyen kimsenin al­ması gereken edebî terbiyeden etraflı şekilde bahsederken, nazımla ilgili bil­gilerin tam olarak elde edilmesinden sonra büyük üstatların meşhur divanlarının çok iyi incelenmesinin gereği ve fay­dası üzerinde ehemmiyetle durur ve an­cak onlardaki güzellik ve inceliklerin kav­ranılıp zihne mal edilmesiyle o kimsenin ilhamının gürleşeceğini ve yaratma gücüne erişeceğini belirtir. Klasik şiirde edebî formasyonun kazanılmasında geç­mişteki büyük şairlerin divanlarını ez­berleyecek derecede devamlı okumanın, onlarda ifadesini bulan sanatı kendine ikinci tabiat kılacak şekilde benimseme­nin rolü Ali Cemâleddin tarafından şöy­le açıklanmaktadır: "İcabı takdirinde tâbirat ve teşbihat kullanmak için ibtidâ-i hâlinde meşâhîr-i şuarâ ve ekâmil-i hükemânın eş'âr-ı fesâhat-disârını hâvî olan dîvân-ı belagat-beyanlarını müta­laaya hasr-ı evkatle ekserisini hıfza ala­rak tabîat-ı şi'riyye denilen seciyye-i ce-lîleyi istihsale gayret ve o hali tabîat-ı saniye yani meleke edinmeye sarf-ı me­saî ve himmet ederek üdebâ-i eslâf isrine sâlik olmalıdır. Çünki erbâb-ı sühan inşâd-ı nazm ü nesrde münasebet ve müşabehet arayıp o yolda sarf-ı mezâmin eylediler, yani her nerede gül'ü zik­rettiler ise akabinde 'bülbül' getirdiler".
Girdiği bu yolda ilk şiir denemelerini yapmaya başladığından itibaren şaire hep okuduğu örnekler ve bunlarla edin­diği estetik görgü rehberlik eder. Ken­disinin yegâne sanat ufkunu teşkil eden bu gelenekler şiiri artık onun için bir duygu mektebi olur. Onun terbiyesiyle yetişen şair, beraberinde getirdiği hazır unsurlarla bütün ifade vasıtalarını, bah­sedeceği konuları, bunları nasıl söyleye­ceğini, hangi duyguları dile getirebilece­ğini, şiirini işlerken hangi motif ve maz­munları kullanacağını, şiirin kelimeler dünyasını burada öğrenerek sanatını in­şa eder. Böylece başlangıçta içten do­ğuş yerine dışarıdan alınmış ve öğrenil­miş bir muhteva, serbest ilhamın ifade­si olmayıp bünyesini geleneğin getirdiği hazır unsurların oluşturduğu bir şiir söy­leme itiyadı meydana gelir. Bu formas­yonla işe başlayan şair için bundan son­ra doğrudan doğruya kendisi olmak ye­rine geleneğin gösterdiği duyuşların sa­hibi ve ifadecisi olmak, geleneğin öğret­tiklerini yerine getirip onun istediği hü­viyette görünmek esastır. Bu çok defa, özellikle aşk ve sevgili bahis konusu ol­duğunda şairin gerçek macerası ve hü­viyeti dışında sırf şiire mahsus olmak üzere bir rol alış şeklinde kendini gös­terir. Bu noktada, divan şiirine has ve onun tarafından şaire empoze edilen bir teşrifat meselesiyle karşılaşılır. Bu hu­sus, divan şiirinin mahiyeti hakkındaki değerlendirmelerde kavranılmamış bir taraftır.
http://www.markafoni.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder