DİVAN EDEBİYATININ TEŞEKKÜLÜ


DİVAN EDEBİYATININ TEŞEKKÜLÜ VE ONU HAZIRLAYAN ŞARTLAR
Kendisine çeşitli ad ve sıfatlar yakıştırılmış, altı asır boyun­ca kesintisiz devam edebilmek gibi müs­tesna bir hüviyet ve varlık göstermiş olan bu köklü ve derin maziye sahip edebi­yatın mahiyetini temelden kavrayabil­mek için onun hangi şart ve tesirlerle nasıl meydana geldiği meselesinden ha­reket etmek gerekir.
Mâverâünnehir'de karşılaştıkları İs­lâmiyet'e VIII. asırda girmeye başlayan Türkler, sadece inanç ve amelde kalma­yarak bu dinin yarattığı medeniyeti de bütün müesseseleriyle kabul ediyorlar­dı. Bu medeniyetin Türk ülkesinde te­şekkül etmiş medrese ve emsali ilim ve kültür merkezlerinde Arapça ve Farsçayı öğrenen okumuş zümre, bu iki büyük İslâmî dilin kitap dünyası ile temasa gel­diklerinde onların taşıyıcısı olduğu Arap ve Fars edebiyatlarını da tanıma imkâ­nını elde ederler. Arapçanın daha ziya­de bir ilim dili olmak hüviyetini göstermesine karşılık Farsça ile, Arap edebi­yatından aldığı şekil ve konuları kendi­ne adapte ederek oldukça gelişmiş bir edebiyat meydana gelmişti.




 Bu edebi­yat, vezin ve nazım şekillerinden başla­yarak şiirin her türlü motif ve ilham ko­nularına kadar gelenekleri yerine otur­muş, bütün belagat kaideleri esasa bağ­lanmış, gelişme ve varlığını Türk soyun­dan hükümdar saraylarının himaye ve teşvikine borçlu bir edebiyattı. Saray şa­irlerinin hükümdarlar için parlak methi­yeler düzdükleri kasideler, hepsinde de­ğişmez ve ideal bir güzelin vasfedildiği, vuslatsız bir aşkın ıstıraplarının teren­nüm edildiği sıra sıra gazeller, ağır başlı terci'-bend ve terkib-bendler, duygu ve düşünceyi en kesif bir halde küçük bir hacme sığdıran rubailer, kahramanları hep aynı olan aşk maceralarının anlatıl­dığı mesneviler bu edebiyatı meydana getiriyordu. Tantanalı kasidelerin dış âle­me açılan nesîb ve teşbîblerinde çevre­den ve tabiattan seçilmiş manzaralar, gazellerde sevgili yahut sâkî ile bir arada olunan gül bahçeleri, şarabın kadehten kadehe devrettiği içki meclisleri, önce sayılanlarla birlikte bu edebiyatın etra­fında döndüğü başlıca ilham konularıydı. Ünlü şairlerin elden ele dolaşan divanlarındaki şiirlerin nazım şekilleri Türk ede­biyatının geleneğindekilerden çok fark­lı, hele vezni ise kendisinin, kelimeleri belirli hece sayı ve duraklarında topla­yan ritminden bambaşka idi. Arapça ve Farsçanın kâh uzayan, kâh kısalan he­celerine göre gruplanmış kalıpları ile bir ahenk oluşturan aruzun, sesleri bu şe­kilde uzayıp bükülemeyen Türkçeye gel­mez sistemiyle mısra dizmek veya Türkçeyi ona uydurmak, başlangıçtan belli ki çok çetin bir uğraşma ve hayli tecrü­be isteyecek bir işti. Divanları dolduran şiirlerde âdeta bir yaylı saz gibi baştan başa ahenk kesilen Farsça karşısında Türkçe ne olabilir, ne yapabilirdi? Türk edebiyatı kendi geleneklerinden çok ay­rılan, yeni ve o nisbette çekici, seviyesi­ne kolay erişilmez görünen bir edebiya­ta doğru yön değiştirirken bu türlü prob­lem ve engeller kaçınılmaz surette ken­disini beklemekteydi.
Türk edebiyatı, Türk dilinin yayıldığı sahaların hangisinde ve hangi zamanda ifadesi, vezni, şekilleri, motifleri, duyuş tarz ve zevkleriyle bu edebiyatı nasıl be­nimsedi? Kendi geleneklerine uymayan bu edebiyata nasıl adapte oldu? Fars edebî kültürünü almış Türk münevveri başlangıçta hemen Türkçe mısralarla onu denemeye çalıştı mı? Türk edebi­yatı tarihi, bu geçiş ve klasik İran şiiriy­le temas ve deneme devresinin ilk vesi­ka ve mahsullerinden mahrum bulun­maktadır. Ancak ortada bilinen bir şey varsa o da XI-XIII. asırlar arasında kla­sik İran şiirine heveslenen Türk asıllı şa­irlerin İranlı şairler gibi eserlerini Fars­ça yazdıklarıdır. Nasıl Fârâbî, İbn Sînâ gibi Türk asıllı âlimler eserlerinde Arapçayı ilim dili kabul etmişlerse bu çağın şairleri de başlangıçta Farsçayı edebî dil olarak benimsemişlerdir. Yabancı kül­türlerin canlı olduğu ve Farsça konuşan halkın çoğunluğu teşkil ettiği sahalarda siyasî hâkimiyet kurmuş Türk hanedan saraylarında edebî dil Farsça idi. Sâmânoğulları'nı takip eden Gazneliler, Büyük Selçuklular ve Hârizmşahlar zamanında saray Fars dili ve edebiyatının âdeta bir atölyesi halindeydi. Hangi milliyetten olursa olsun Farsça yazan ve söyleyen şairler bu saray çevresinde geniş bir tak­dir ve himaye görmekteydi. Sultan Melik-şah'tan (ö. 1092) itibaren Selçuklu Sara­yı Farsça söyleyen bir kısmı Türk asıllı şairlerin ocağı olmuş, sarayı dolduran kasideciler yanında bizzat Melikşah, Sul­tan Sencer'in yeğeni Celâleddin b. Süley­man Selçukî. Toganşah b. Alparslan. Kılıçarslan b. İbrahim, Irak Selçuklu Hüküm­darı Sultan Tuğrul gibi hanedan men­suplarından başka Hârizmşahlardan At­sız, Tökiş, onun oğulları Alâeddin Muhammed ile Tâceddin Ali Şah, ayrıca Mer-gınân Meliki Yabgu da Fars diliyle şiir­ler yazmışlardır. Bü­tün Selçuklu ailesinin şiire düşkün oldu­ğunu kaydeden Nizâmî-i Arûzî, hele Al­parslan'ın oğlu Toganşah'ın şiir ve şairle­re alâkasını büyük bir övgü ile belirtmek­tedir. İran dili ve edebiyatının hâkim bulun­duğu bu ortamda Türkçe, klasik şiirin dili olabilmek için gerekli teşvik ve şart­ları henüz bulamamıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder