ANADOLU'DA DİVAN ŞİİRİ


ANADOLU'DA DİVAN ŞİİRİNİN BAŞLADIĞI ÇAĞ 
Anadolu sahasında XIII. asırdan ele geçebilmiş edebî mahsullerde Türkçe dinî-tasavvufî ve didaktik bir mihver etra­fında dönerken divan edebiyatının este­tik hüviyetini ve unsurlarını aksettiren lâdinî ve lirik şiire nasıl ve ne zamandan beri geçilmiş olduğu henüz aydınlanma­mış bir meseledir. M. Fuad Köprülü'nün araştırmaları ile, XIII. asırda divan şiiri­nin ilk ve gerçek temsilcileri sanılmış olan Hoca Dehhânî ile Şeyyad Hamza'nın da­ha sonraki devre ait oldukları gerçeği ortaya çıkmaktadır. Onları XIII. asırdan XIV. asra almak gereği karşısında XIII. asır için yine bir boşluk bahis konusu­dur. Şeyyad Hamza'nın XIII. asır şairi ol­mayıp XIV. asırda yaşadığı ve 1348'de henüz sağ olduğu bugün kesin surette anlaşıldığı gibi, şimdi de Fuad Köprülü tarafından III. Alâeddin Keykubad devri (1297-1302) şairi gösterilip daha son­ra zamanını, başka bir araştırmacının ise I. Alâeddin Keykubad çağına (1220-1237) almaya çalıştığı Hoca Dehhânî'nin 1361'de daha hayatta bu­lunduğu ve Anadolu'dan henüz ayrılma­dığı gerçeği ile karşı karşıya gelinmek­tedir.

Ortada XIII. yüzyılda doğuşunu göste­recek metinlerinin bulunmamasına kar­şılık XIV. asrın daha ilk çeyreğine gelin­diğinde divan şiirini temsil edebilecek mahiyette eserlerle karşılaşılmaya baş­lanır. Henüz bu devirden kalma Türkçe divanlar görülmemekle beraber asrın ilk yarısı içinde iyiden iyiye teşekkül etmiş bir mesnevi edebiyatı kendini gösterir. Bunlar, divan şiirinin Anadolu'da bili­nebilen en eski şairlerinden bazılarının isimlerini haber vermektedir. Şeyyad Hamza ile Dehhânî de bu asırda ve bun­lar arasında asıl yerlerini alırlar. Haya­tı asrın ikinci yarısında da devam eden Dehhâni’nin şiirlerindeki gelişmiş sevi­ye, kendisine gelene kadar Batı Türkçe­si ile olan klasik şiirde geçirilmiş bir ha­zırlık ve tecrübe devresinin varlığını gös­termektedir. Dehhâni'nin nazîre söyle­dikleriyle kendisine nazîre söyleyen di­van şairleri, geçirilmiş olan böyle bir dev­reyi mutlaka kabul etmeyi gerekli kılar­lar. Aynı durum Azerî edebiyatında da Azerî sahasında klasik edebiyatın Türk­çe yazmış en eski şairi olarak bilinen Ha-sanoğlu'nda görülür. XIII. asır sonları ile XIV. asır başında yaşadığı anlaşılan bu şairin şiirlerindeki ileri seviye, Azerî kla­sik edebiyatında divan şiirinin ilk dene­meleri olmanın çok ötesinde bir işlenmişlik ve gelişmişliğe delâlet etmektedir.
XIII. asır Anadolu'sunda ilk filizlerini vermeye başlayan ve önünde, klasik şiiri Türkçe ile söyleyişin bu kesimde daha önceye ait tecrübelerden gelen bir biri­kim bulunmayan divan şiiri, acaba Ana­dolu dışında başka sahalarda başlamış böyle bir tecrübenin örneklerini tanımış mıydı? Klasik şiirin Farsçadan çözülüşü ve Türkçe mısraa geçişin gerçekleşmesi hangi bölgede olabilirdi? Bu yolda geçi­rilmiş bir tecrübeyle hangi kesim ken­disine kılavuzluk yapabilirdi? Bu kesim­den Anadolu'ya vuku bulmuş bir şairler göçü bahis konusu olabilir mi? Bu hususlara geçmeden önce belirtmeliyiz ki bu devreye ait henüz ele geçmemiş de­nemelerle bunları yapan şairlerin bilin­mezliği aşılıp da XIV. asra gelindiğinde, kökü daha evvele uzanan ilk birikimler­le kendine bir mazi kazanmış divan şi­irinden şair isimleri art arda ortaya çık­maya başlar. Görülen şudur ki geçiril­miş bir tecrübeler devresinden sonra klasik edebiyat XIV. asırda hemen her koldan eser verebilecek bir seviyeye ulaş­mıştır.
Mevlânâ Celâleddin'in, içinde Türkçe kelimeler bulunan bazı mısraları bir ya­na bırakılırsa bugün için Anadolu'da aru­zun en eski şairi sayılan Ahmed Fakih ile Mevlânâ'nınMesnevi-i Ma’nevî'si yolundaki Garibnâme adlı büyük mes­nevisi ve gazelleriyle Türkçe tasavvufî edebiyata temel koymuş Âşık Paşa ya­nında Dehhânî ve Hasanoğlu'nun da Ho­rasan asıllı olduklarına dikkat edildiğin­de bunun bir tesadüf olmanın çok ötesinde bir durumu ifade ettiği anlaşılır. Bu vakıa iyi değerlendirilince Horasan'ın bir kültür ve edebiyat havzası olarak Ana­dolu'da klasik Türk şiirinin doğuş ve ge­lişmesinde nasıl bir role sahip olduğu belli olur. Mevcut delil ve veriler karşı­sında, Anadolu ve Azerî sahasına inti­kal etmeden Oğuz lehçesiyle klasik ede­biyatın önce Horasan kültür havzasın­da geçirilmiş bir tecrübe ve hazırlık dev­resi olduğu kolayca söylenebilir. Türk filolojisinin Horasan bölgesi Oğuzcası ile Anadolu Selçukluları Türkçesi arasın­da bir fark bulunmadığına dair vardığı netice ile bu husus filolojik yönden de desteğini bulmaktadır.
Moğol istilâsı önünde XIII. asrın orta­larından itibaren mütemadiyen batıya doğru akmakta olan Oğuz kütlelerinin Anadolu'da kesifleştirdiği Türk nüfusun tesiriyle Farsça karşısında gittikçe ken­dini kabul ettiren Türkçe, Anadolu Selçuklu Devleti'nin son devresinde Karamanoğlu Mehmed Bey hadisesinde olduğu gibi Farsça üzerindeki tazyikini çok be­lirgin bir hale getirir. Farsçanın hâkimi­yeti çözülerek yazı dili olarak filizlenme­ye başlayan Batı Türkçesi, Selçuklu Dev­leti'nin yerini alan ve baştan başa Türk toprağı olmuş Anadolu beyliklerinde Farsçadan anlamayan hükümdar ve beyle­rin saraylarında artık itibar mevkiine geç­meye başlar. Bunlar arasında, şairler ve ilim adamları için ötekilerden çok daha güçlü bir himaye ve teşvik merkezi olan Osmanlı sarayında ise divan şiiri için ge­rekli bütün şartlar hazır bulunmaktay­dı. Sultan Orhan zamanında (1324-1360) Osmanlı ülkesinde kurulan medreseler­den başlayıp Sultan 1. Bayezid devrinde (1389-1403) teşekkül eden saray hayatı ile de alt yapısı hazırlanmış olan divan şiiri, daha Yıldırım Bayezid zamanında ünlü şairlerini vermeye başlamış bulu­nuyordu. Siyasî hâkimiyet sahasını ge­nişletme emelleri yanında kültür ve sa­nat rekabetinin hüküm sürdüğü bir or­tamda şairlerin, birinden öbürüne trans­fer olduğu beylikler arasında Osmanlı sarayı şairler için en cazip ve gelecek vaad eden bir merkez haline gelmiş, divan şiirinin mümessilleri en emin ve sürekli himayeyi burada bulmuşlardı. Osmanlı ülkesinde şiir, sarayın yanı sıra zamanla devreye girecek yeni yeni kültür ve hi­maye çevrelerinin de katılmasıyla birlik­te çağdan çağa zenginleşerek Türkçenin diğer edebî lehçeleri arasında en ve­rimli edebiyat kolunu teşkil edecekti. XIII. asır kapanıp XIV. asır başlarken birkaç şair ve eser isminden ibaret gözüken bu büyük ve çok sürekli edebî ocak, et­rafında asırdan aşıra yüzlerce şair ye­tiştirip yeni yeni isimlerle kat kat büyü­yüp genişleyerek altı yüzyıl süren yürü­yüşü içinde muazzam bir şair kadrosu ile birlikte edebiyat tarihindeki yerini alacaktır. Divan edebiyatı bir nevi ekol olarak şiirde altı yüzyılı tutmuş bir ma­ziye sahip olmak gibi Batılı milletlerin edebî hayatlarında görülmedik bir ha­dise teşkil edecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder